ARTIK HİÇBİR ŞEY ESKİSİ GİBİ OLMAZ HAYATINIZDA
23 yaşında genç bir hekimsiniz. Anadolu’nun ortasında, bozkırın tüm hüznü ve yakıcılığıyla sarıp sarmaladığı bir kasabaya tayininiz çıkar.
Elinizde titrek reçeteler kalakalırsınız ortalık yerde. Uzayda kaybolmuş gibisinizdir.
Sağlık ocağındaki beş ya da altıncı ayınızı bitirdiğiniz bir günün sabahı, ‘ölü defin raporunu’ yazmanız için cenaze sahibi bir adam gelir.
Kasabanın epeyce dışında yoksul bir mahalleye yürüyerek gidersiniz. Ailenin ne arabası ne de taksiye verecek parası vardır.
İnanılmaz bir yoksulluğun ortasında, sessizce bekleşen insanların arasından, bir odanın köşesindeki sedirde yatan ölü çocuğun yanına varırsınız.
Çocuğun yüzü size çok tanıdık gelir.
Bir ara gözünüz sedirin yanındaki komodinin üzerinde duran şişeye ve altındaki reçeteye takılır.
Kendi yazınızı tanırsınız hemen. Reçetenin üzerinde yarısı içilmiş öksürük şurubu... Tamam.
Bu geçen hafta muayene ettiğiniz zatürreli çocuk. Epeyce bir antibiyotik de yazmıştınız ama onlar nerede?
Antibiyotikler işe yaramadı mı acaba?
Defin raporunu yazmak için kapının girişindeki çekyatta otururken babaya yavaşça sorarsınız:
- İlaçların hepsini de kullanmıştınız değil mi?
Önce duralar baba, sonra özür diler gibi konuşur:
- Biraz durumumuz yoktu Doktor Bey. Öksürük şurubunu alalım da iğneleri sonra yaptırırız dedik.
İşte o günden sonra yazdığınız her reçete elinize yapışır. Çocuk hastaların reçeteleri hele. Geceleri sıkıntıyla uyanır, gündüz yazdığınız reçeteleri bir kez daha geçirirsiniz zihninizden.
Yazdığınız ilaçları alıp almayacağını, nasıl alacağını sormadan gönderemezsiniz artık hastayı.
Artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz hayatınızda.